19 Nisan 2007 Perşembe

RUHUM ŞİŞMAN BENİM

Çok net hatırlıyorum o günleri, Ağrıda ailecek şark görevimizi yerine getiriyoruz. Ve ben bir erkek çocuk olarak yeterince çirkin ve geri zekalı hayatımı sürdürüyorum. Asker çocuklarının hayatı tel örgüler arkasında geçer. Bizde bu kuralı bozmadan tel örgülü bir hayat yaşıyoruz. Bana göz kulak olması gereken ablamla, sokakta evcilik oynuyoruz. O evin hanımı bende beyi. Ben işten geliyorum sözüm ona. Ablam bu sırada yerleri süpürüyor. Diyorum ki ablama “hanım benim karnım aç, yemek hazır mı?” Ablamda “ben temizlik yapıyorum, sen git şurada bir şeyler ye” diyor. Gösterdiği yer kum havuzu. Dedim ya yeterince erkek ve bu sebeple de geri zekalı bir çocuğum (sadece ben değil bir çok erkek çocuk ve hatta büyüseler bile erkekler aynı durumda). Eee orası kum havuzu. Orada ne yenir. Tabi ki KUM. Hem ablam ve oyun gereği karım, mutlaka bildiği vardır diyip avuç avuç kum yemeğe başlıyorum ben. Evet, oturup kum yiyorum. Belki dakikalarca. Beni nöbet tutmakta olan Mehmetçik fark ediyor. Ağzım yüzüm kum içinde ve ben haşur huşur kum yiyorum. Onu da buyur ediyorum, ama o herhalde görev başında olması sebebiyle yemiyor. Beni anneme götürüyorlar ve benim şişman hayatım o gün başlamış oluyor.

Midemde haliyle kurt oluşuyor ve ben ne yesem ortakçı oluyorlar. Bu sebeple ben ilkokula başladığım sene 14 kilo idim. Yeni doğan bir bebek kaç kilo olur siz düşünün ve kıyaslayın artık her şeyi benden beklemeyin (tamam bilmiyorum bir bebek kaç kilo doğar, yoksa gram mı desem?). 14 kilo. 7 yaşında 14 kilo. Her sene 2 kilo almışım. Tabi ben doktor kontrolündeyim. Ve şimdi gördüğüm yerde öldürmeyi planladığım bir doktor bana iştah açıcı bir şurup veriyor. Bir şurup bu kadar mı güzel olur kardeşim. Günde 2 ölçek, aç karna. Tabi canım emin ol öyle. Ben direk şişeyi kafaya dikiyorum. Kaç iki ölçek. Ve ben ilkokul 2. sınıfa geldiğimde, kilomu üçe katlamış olarak yaşamaya başlıyorum.

Şimdi sizinle ilkokul günlerinize dönelim. Hatırlarsınız siyah önlük giydiğimiz günleri (eğer ne siyah önlüğü, bizim önlükler maviydi diyorsan ben gerçekten yaşlanmışım demektir). Ve o siyah önlüğe takılan annelerimizin özenle kolaladıkları beyaz yakalarımızı hatırlayın. İşte o yakaların piyasada ki en büyüğü benim gerdanıma küçük gelirdi. Ve benim yakam birbirinden her sene santimetrelerce uzaklaşan iki düğmeye takılırdı. Utancı düşünün. Benim beslenme çantam diğer çocukların okul çantası kadardı.

Her geçen sene hareket etmek benim için daha da zorlaşıyordu. Kızlar belki bilmezler (ve bence bilmemeleri onların ne kadar aklı başında birer birey olduklarını gösteriyor) erkek çocuklarının yakalambaç dedikleri, söylenişinde bile meymenet olmayan bir oyunları vardır. Bu oyun için gerekli malzemeleri sayıyorum. 8 ila 14 arasında sayıları değişen, bıyıkları yeni çıkmaya başlamış, akoru bozuk konuşurken çığlığa benzeyen sesler çıkaran erkek çocuklar, büyükçe bir boş alan ve bu alanda kale olarak adlandırılabilecek bir yer. Kale korumalı bölgedir. Burada seni ebeleyemezler. Erkek çocukları, büyük kavgalar sonucunda (ki bu kavgalar sınıfın en hızlısı olan Emrullahım hangi takımdan olacağına karar verilememesi ile başlar ve sınıfın ve hatta okulun en yavaşı olan Boranın hangi takımda olacağı daha doğrusu olmayacağı ile devam ederdi. En sonunda Emrullahın takımı 6 kişi kalır. Diğer grup 7 kişi olur ve Boranın fasulye olarak ortada dolaşmasına karar verilirdi) iki gruba ayrılır. Bir grup kaleye girer, diğer grup onları yakalamak için aportta beklerdi. Sebebini hala anlamış değilim kaledeki çocuklar birden hurra diye koşmaya başlar ve diğerleri yakalamaya çalışırdı. Tabi ben kah kaçar (tabi çok kısa sürerdi) kah yakalamaya çalışarak (ki hiç başarılı olamamışımdır) zaman geçirirdim. Hiç unutmam bir kere dedim ki kendime “oğlum Bora karizma gitti, bari avın büyük olsun Emrullahı yakala.” Bekliyorum Emrullah kaleden çıksın diye. Ve beklenen an Emrullah ok gibi kaleden çıkıp koşmaya başladı ve bende peşinden ok gibi (şaka şaka bildiğin patates çuvalı) fırladım. Nasıl koşuyorum ama görmeniz lazım. Emrullah panik halinde yüzü kıpkırmızı olmuş (şimdilerde utandığım zamanlarda aldığı renkten daha da kırmızı) biri peşinden geliyor. Ve o an Yüce Tanrım yüzüme baktı ve Emrullahın ayakkabısının teki çıktı. O sekiyor, ben koşuyorum. O sekiyor, ben koşuyorum – sanıyorum -. Ben Emrullahı yakalayamadım. Kaçtı hem Emrullah hemde benim karizma. Ama emin olun bayır aşağı olsa kesin yakalardım.

Biraz daha büyüyünce futbol oynamaya başladık. 5 e 5 maç yapılır. Adam olmadığı için beni de oynatırlar. Ama başka biri geldimi ben hemen asli görevim olan malzemeciliğe geri dönerdim. Hele basketbol ve voleybol hayatım başlamadan sona erdi.

Bu şişman hayatımın en acıklı yanı ise, ilk aşık olduğum zamandır. İlkokul 5. sınıf. Babamın tayini Bursa ya çıkmış ve ben olmayan futbol kariyerimi orda sürdürmek üzere Bursa ya transfer oluyorum. Hürriyet İlkokuluna kaydımı yaptırıyorlar. Aslında annem mahalle mektebine gitmemi istemiş ama babamın baskısıyla ben ilkokula gitmişim. Orada tanıdım ilk kalp çarpıntısını. Ayça. Hiç unutmadım yüzünü. Aşık oldum okulun ilk günü. Biliyorsunuz Türkiye de sınıflar kalabalık. Herkes 3 er kişi oturuyor. Ben hariç. Ben ve sıra arkadaşım Volkan (ki hocamız tarafından yanıma sınıfın zayıflarından bir çocuk seçildi ki sığabilelim) iki kişi oturuyorduk. Ayça iki sıra önümde çapraz da oturuyordu. Yani tahtaya bakarken oda görüş açımdaydı. Ben 5. sınıftan çok bir şey hatırlamıyorum bu sebepten. Ben Ayçaya aşıktım, ama o beni oyun hamuru olarak görüyordu. Çok acı günlerdi. Aslında sevgimi fazlasıyla gösteriyordum. İlkokulda erkeklerin sevgisini gösterme şekli, cilalı taş devrinden kalmaydı. Mesela kız yolda giderken gidip arkadan ittirirsin, olmadı kitaplarını yere atarsın, hiç olmadı (bu sonuncusu çok romantik gelmiştir bana) saçını çekersin. Ben hepsini birden yapıyordum. İtip, kitaplarını yere atıyor ve saçını çekiyordum. Sizde anlamışsınızdır sevgi budalası yapmışım bilmeden kızı. O zaman anladım gönül kaçanı kovalardı ve benim gönlüm Emrullahtaydı. Şaka şaka. Bursa da okuduk diye hemen kötü düşünmeyin. Neyse Ayçaya aşkım onun oyun hamuru olmayı kabul etmemle bir süre daha devam etti. Ortaokulda ki aşklarımda çok farklı sonuçlanmadı tabi.

Liseye geldiğimde Sarıkamıştaydık. Orda ki çocuklar için büyük eğlenceydim. Lütfen diyen, bir şeyler rica eden bir LALİPOP gelmişti okullarına “Arkadaşlar lütfen rica edeceğim, silgimi alabilir miyim?” “la yalvarmadan istesene lalipop”. Görünüş itibari ile kum torbasına benzediğim için (hatırlatmakta yarar var, bir miktarda kum ihtiva ediyordum, hikayenin başında nasıl afiyet ile kum yediğimi hatırlayın) beni dövmek ayrı bir zevkti onlar için. Elleri acımıyordu sonuçta. Sana ile beslenmiş özenle büyütülmüş bir çocuk olarak süper dayak yiyordum. Bir Türk Filmi sahnesi vardır klasik. 3-4 kişi yuvarlak oluştururlar ve adamı birbirlerine atarak döverler. Hah o şekil bile dayak yemişliğim vardır.

Tabi artık lisedeydik ve aşık olmak günlük bir işti. Ve ilk kız arkadaşım. Lise 1. Üç arkadaş aynı anda çıkma teklif etmiştik, sebebini daha sonradan öğreneceğim (sebep bana acımasıymış) benim teklifimi kabul etmişti. Nagihan. Çok düzeyli bir ilişkimiz vardı. Yan lojmanda otururdu. Her sabah beraber okula kadar yürürdük. Bütün ilişkimiz buydu. İlişkimiz çok güzel gidiyordu. Ta ki o kara güne kadar. Gene okula yürüyerek gittiğimiz bir gün (o zamanlar adabı muaşeret kurallarını bilmediğimiz için kızı yol kenarında yürütüyordum, ben ise iç taraftaydım) kıza araba çarpması ile son buldu ilişkimiz (tabi birde beni aldatmaya başlamıştı ama o konumuz dışı bir şey). Gene (!) hüsran dolu bir aşk yaşamış, bir dirhem et bin ayıp örtememiş ben açıkta kalmıştım. Büyüdükçe kilolarım daha çok canımı acıtıyordu.


Diyeceksiniz ki ne zaman zayıfladın sen. Ben hiç zayıflayamadım ki. Bedenim zayıfladı belki ama ruhum şişman benim.

Zamane Çocukları Çok Şanslı

Çok klasik bir laf değil mi? Zamane çocukları çok şanslı. Neden? Çünkü onların Action Manleri var. Uzaktan Kumandalı ve hatta kumandasız akülü arabaları var. Barbie (böyle mi yazılıyordu?) bebekleri var. Hatta onların bir valiz dolusu kıyafetleri var. En önemlisi internetleri var. Ellerinin altında dünya. Bir tuş kadar yakın. İstedikleri (ve istemedikleri :) bilgiye hemen ulaşabiliyorlar. Tabi doyumsuz çocuklar yetişiyor diye düşünenler de vardır aranızda. Haklısınız aslında hepsi doyumsuz. Çünkü önlerinde sınırsız sandıkları bir dünya var.

Hmm. Düşünmeye devam. Başka neleri var? Bilgisayar oyunları var. Off o başlı başına bir dünya. Hatta artık evden çıkmadan bilgisayar başında kovalamaca oynuyorlar. Birde nasıl bir şahsiyetin aklına geldiyse bastıkça ışık yanan ve hatta ses çıkaran ayakkabıları var. Aslında onlarda demode oldu. Dedik ya doyumsuz bunlar şekerim (şekerim mi? elim sürçtü, herhalde eurovision heyecanı sardı şimdiden. Shake it up şekerim).

Emin olun bu liste uzar gider. Ama benim zamaneleri kıskanma sebebim başka. Hemen anlatıyorum. Dün işten çıktıktan sonra, Rossinante ye (kendisi atım olur) atlayıp, ikametgahım olan 100.Yıla doğru yola çıktım. Eh tabi açlıkta var serde. Hemen Tansaş ın önüne bağladım atımı ve başladım alışverişe. Hazır köfte, makarna, ton balığı, dondurma (ne kadar alakasızım di mi? sonra tabi ağrır midem), bisküvi. Ve çocukluğumun vazgeçilmezi Eti Puf... Hemen aldım 4 tane. Paramı ödedim bir plastik parçasıyla. Nasıl ki ben yeldeğirmenlerini dev sanıyorsam, bir çok kişide o plastiği para sanıyor. Bide bana deli dersiniz. Neyse hemen Eti puf lara saldırdım. Ama oda ne? Hemen açıldı bu melet. Kenarında buradan açın yazan yerden tuttum ve cırt açıldı. Eee buradan açın kısmı bizim zamanımızda kapalı olurdu. Açılmazdı. Çıldırırdım. Yırtmaya çalışırsın.Nasıl bir malzemeden yapılmışsa yırtılmaz. Sanki uzaya gönderecekler. Öyle bir koruma altında olurdu Eti Puf. Kabını yırtmaya çalışırsın, oda olmaz. Yanında atlas marka tamamı plastikten ve biraz fazla bastırınca kırılıveren 0,7 kalemin varsa şanslısın. Hemen bir cerrah edasıyla kenarından kesersin ve ulaşırsın Eti Pufa. Ben son çare kendime kolye almıştım, Kama şeklinde, o hep boynumdaydı. Büyük kolaylıktı. Hemen yırtar ve yutardım tek lokmada. Hatırlatmak isterim. Ben ilkokulda da şuan ki kilomdaydım. İnanması zor ama öyle. Şişmanlık başlı başına başka bir yazı konusu.

Eti Puf. Hayatımızın vazgeçilmezi ve yırtılmaz çilesiydi. İşte bu yüzden zamane çocukları çok şanslı.Hemen ulaşabiliyorlar Eti Pufa. Yorulmadan. Sadece buradan açın kısmından tutup açmaları yetiyor. Ve ben sinir oluyorum. O zorluğu çekmeleri istiyorum. Biz ne mücadeleler verirdik gereksiz karbonhidrat alabilmek için. Şimdikiler çok şanslı çokkk...

18 Nisan 2007 Çarşamba

BENİM ÜTÜLÜ DELİ GÖMLEĞİM

Akşam dan ütülemeye başladım deli gömleğimi. Bekar yaşayan erkekler bilir (tabi birde eşlerine yardım etmeyi sevenler :) gömlek ütülemenin zorluğunu. Hele o kolları yok mudur? Adamı çıldırtır. Bu kollar birde deli gömleğinin kollarıysa hepten zor. Tek çizgi yapmak için çok uğraştırır adamı. Aaa tek çizgi çok önemli. Mutlaka tek olmalı, Bak seninle konuşayım derken çift çizgi oldu. Buyur şimdi komple çizgisiz yap sonra tek çizgi için baştan uğraş.

Üfff. Zaten zor iş. Neyse dönelim gömlek ütülemenin inceliklerine. ilk yakadan başlamalı ve tersten ütülemeli ki parlamasın. sonra kollar. O çıldırtan kollar. Kolları yaptın mı gerisi kolay. Ön, arka derken hop biti verir, diye düşünürken tam yaka ile omuzlar arasındaki kısma hiç ütü deymemiş. Hop tekrar evir çevir ve ütüle bakalım. Ne kadar çok hayata benziyor de mi gömlek ütülemek? Zaten benim deliliğimde burdan geliyor. Alakasız şeyleri alakasız şeylere benzetirim.