16 Kasım 2007 Cuma

SEVDALIDA...

ben sana mecburum bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum
.


Atilla İlhan


Eğer ; O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine
ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz...
ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla
O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz...
ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin...
O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar,
O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...
...
eliniz telefonda yaşıyor,
işaret parmağınızla ha bire O'nu tuşluyor,
dara düştüğünüzde kapıyı çalanın O olduğunu adınız gibi biliyorsanız...
mütemadi bir sarhoşluk halinde,
her çalan telefona O diye atlıyor,
vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor,
konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...
...
...o halde bugün sizin gününüz!..

"Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz.

Can Dündar


Eh ben ne diyim artık. Ekleyecek bir şeyim yok, aynen katılıyorum.
Söz artık sevdalıda...


Bora Baysal

ÇİÇEK KOKUSU

Bir cuma günü ofiste gömülmüş bilgisayara çalışırken ve dışarda inadına bir sonbahar tüm çirkinliği ile Ankarayı karartırken, sen bir telefon konuşmasından başka bir sıkıntıya koşarken, burnuna gelen bir çiçek kokusuyla kendine gelirsin. Tüm baharı odana taşıyan bir koku. Derin bir nefes alırsın hayattan. OHHH dersin işte yaşamak bu. Bir taze çiçek kokusudur artık yaşamak senin için.

Sen benim çiçek kokumsun.

13 Kasım 2007 Salı

TA Kİ...

Birvarmış bir yokmuşla başlayan hikayelerin bir dönüm noktası olur. Hemen bir iki tane hatırlayalım.

"Yedi cüceler, Pamuk Prensesin başında ağlaşırlarmış. Pamuk Prenses kötü kalpli Cadının verdiği büyülü elmayı yediği için günlerdir uyumaktaymış ve yedi cüceler bu duruma çok üzülüyorlarmış. Neşeli hiç espri yapmıyormuş, Obur yemeden içmeden kesilmiş, Bilginin aklına hiçbir çözüm gelmiyormuş. Güzeller güzeli Pamuk Prenses öylece uyuyormuş TA Kİ yakışıklı prens beyaz atıyla gelene kadar. Yakışıklı Prens atından atlayarak Pamuk Prensesi öper, Pamuk prenses sonsuz uykusundan uyanır ve sonsuza kadar mutlu olurlar. "

Diğer Örnek;

"Külkedisi baloya gidemediği için mutfakta ağlıyormuş. Çok Üzgünmüş. TA Kİ gözyaşları yere damladığında bir Peri belirene kadar. Peri, Külkedisinin neden ağladığını sormuş. Külkediside olanları anlatır. Peri de orada bulunan balkabağını bir arabaya fareleri de şoföre ve uşağa çevirir. Külkedisinine Vakkodan çok güzel bir elbise giydirir ve ayakkabı olarakta bütün gece dans edeceğini düşünerek camdan (!) ayakkabı tercih eder. Ve ekler sakın gece yarısını geçirme yoksa herşey eski haline döner. Külkedisi çok mutludur."

Bu hikayeleri biliyorsunuz. Birde bunu dinleyin bakalım.

"Ankaranın Yüzüncü Yıl semtinde yaşayan Don Kişot, hergün atı Rozinanteye atlar ve işine gidermiş. Akşamlarıda eve dönermiş. Bütün hayatı buymuş. Don Kişot hiç sevmezmiş Ankarayı. Hele sonbahar geldiğinde sürekli yağmur yağarmış bu kente. Her taraf daha bir kara, her taraf daha bir soğuk olurmuş. Böyle zamanlarda Don Kişotun canı evinden çıkmaz istemez, sadece aklında yarattığı devlerle savaşırmış. Çok sıradan hayatı olan kahramanımız çok sıkılmaktadır bu durumdan. TA Kİ onu tanıyana kadar. Lorenzo... Güzeller güzeli Lorenzo. Aklını başından almıştır Lorenzo Don Kişotun. Ankara çok güzel geliyormuş artık Don Kişota. Hiç gitmek istemiyormuş bu şehirden."

Tabi hikayelerde ki bu dönüm noktası her zaman iyi olmuyor. Kötü kalpli Cadı çıkar Prensesin eline iğne batar, sonsuz uykuya dalar, gene bir Cadı yakışıklı Prensi kurbağaya çevirir. İşte bağlaç burada devreye girer. O zamana kadar masal kahramanları mutludur TA Kİ kötülükler ortaya çıkana kadar.

Soruyorum sana tüm içtenliğimle.

Peki sen gidince ne olacak?

Ben çok mutluyum seninle TA Kİ...

8 Kasım 2007 Perşembe

YAŞAMAK MI YOKSA ÖLMEK Mİ?

Yaşamak mı yoksa ölmek mi? Beklemek mi yoksa gitmek mi? Söylemek mi yoksa susmak mı?

Bilsem! Belki de korkudan öleceğim, gideceğim ve susacağım ama bilmiyorum.

Onun için yaşıyorum. bekliyorum ve söylüyorum.

SENİ SEVİYORUM.

1 Kasım 2007 Perşembe

HERŞEY HAKKINDA HİÇBİRŞEY DEĞİL

Tabi ki değil. Sadece birşey hakkında herşey!!!

26 Ekim 2007 Cuma

OTOMATİK KAPI

Sadece otomatik kapılarda var olduğumu hissediyorum. Hani şu alışveriş merkezlerinde, havaalanlarında falan olan kapılar. Sen yaklaştığında seni hisseder ve kapı açılır.

İşte bir tek o an anlıyorum var olduğumu. Çünkü sadece o kapılar var olduğumu hissettiriyor. Bir bakıyorum açılıyor. Diyorum ki ben varım.

Bir gün beni alışveriş merkezinde bir girip bir çıkarken görürseniz bilin ki o gün benliğimi hepten kaybetmişimdir.

İşte o zaman sadece bir selam verin yeter.

3 Ekim 2007 Çarşamba

KAFİYELİ BİR HAYAT...

Sana kafiyeli bir hayat öneriyorum, şiir gibi bir hayat. Beraber uyanılan sabahın ertesinde ki kahvaltı kadar güzel bir hayat.

18 Haziran 2007 Pazartesi

izmir...


aynı güneş, hergün burda da doğar, burda da batar.

ama izmirde ayrı bir güzel...

herşey daha bir güzel.

7 Haziran 2007 Perşembe

birde ben...

ölümle birlikte geliyorsun aklıma,
öznesi ben oluyorum cümlemin yüklemi ölüm.
geri kalanıda sen.
bazen belirtili nesne oluyorsun,
bazen belirtmeden kendini gidiyorsun cümlemden.
geriye bir ölüm kalıyor, birde ben...

5 Haziran 2007 Salı

bitti...

bitti
kolay oldu
sadece gülümsedik birbirimize
dokunduk son kez
ve ben öldüm, ilk kez
bitti.

gitti
jeneriği bile beklemedi
yalnız ben kaldım
yalnız ben
yalnız
yalnız gitti

31 Mayıs 2007 Perşembe

ve...

"ve" GİBİYİM. CÜMLEDEKİ BÜTÜN KELİMELER BÜYÜK HARFLE BAŞLAR SADECE "ve" KÜÇÜK HARFLE YAZILIR. BİRDE "ile" VARDIR.
İŞTE BEN ONU ARIYORUM...

30 Mayıs 2007 Çarşamba

Hayatımın özeti...

40 cevapsız arama.
ve hepside yanlış numara.
geriye kalan sadece bir yalnız numara...

28 Mayıs 2007 Pazartesi

20 Mayıs 2007 Pazar

Ağlıyorum...

Evet ağlıyorum ve bunu gizlemiyorum. Çünkü, herbir gözyaşım aşkımın madalyası sanki...

16 Mayıs 2007 Çarşamba

YA DA SENİ SEVMEYE DEVAM EDEBİLİRİM…

Ben mi sağırım hayata yoksa yanlış notalar mı çalınıyor bu hayatta?

Neler yapabilirim mutlu olmak için…

İzin alıp hayattan bir günlüğüne, masamdan kalkıp gidebilirim. Dışarıda bir bahar havası kravatımı gevşetebilirim. Rüzgârı hissederim yüzümde. Bir nefes alırım içime, oksijen ayrı bir tat verir, azot ayrı bir tat. Yürümeye başlarım düşünmeden, ayaklarım beni nereye götürürse artık. Yaşlı birine yardım edebilirim, karşıdan karşıya geçerken, ya da bir pazar dönüşü torbalarına, sadece bir elma karşılığında. Bir çocuğa şeker alabilirim, gözlerinde görmek için küçük şeylerin önemini. Her karşılaştığım insana selam verebilirim. Tanıdık tanımadık herkese hatırını sorabilirim. Elbet biride bana sorar sen nasılsın diye. Gezebilirim sokak sokak bu şehri, alışırım belki soğukluğuna. Belki yeni insanlarla tanışabilirim. Sonra çıkıp şehirden, kırlara gidebilirim. Sonsuz papatyalı kırlara. Uzanabilirim toprağa sırt üstü. Bulutları seyrederim. Her birini bambaşka şeylere benzetebilirim, çocukça bir hayal gücüyle. Biri kalp olur, biri annemin pastası, ama biri mutlaka sen. Sonra koşabilirim yalın ayak çimenlerde yorulana kadar. Sırtımı bir ağaca verip dinlenebilirim. Çocuklarla maç yapabilirim hem de gazozuna. Sokarak takım elbisemin paçalarını çorabıma, var gücümle vurabilirim topa, düşünmeden fiyatını ayakkabımın. Hatta kavga bile edebilirim, top çizgiyi geçti mi geçmedi mi diye. Cami avlusundan kana kana su içebilirim. Süpermarketlere inat bir bakkaldan yarım ekmek helva alabilir, oturup bir gazoz sandığına, yiyebilirim öğlen yemeğimi. Kuşlarla bile paylaşabilirim ekmeğimi. Onlarda karşılıksız bırakmaz benim bu alçak gönüllülüğümü. Dans ederler önümde birbirlerine kur yaparak. Düşlere dalabilirim sonra, yaşamadığım günleri özleyebilirim. Bambaşka şehirlerde olabilirim ve hatta ülkelerde. Bilmediğim dillerde seni seviyorum diyebilirim. Hayatımdan bir günü çalabilirim kendimden.
Ya da. Ya da seni sevmeye devam edebilirim, mutlu olmak ve yaşamak için…

15 Mayıs 2007 Salı

SINIRLAR ARASINDA…

Satırlar arasında buluyorum seni. Okuduğum kitaplar seni anlatıyor, en ünlü yazarlar bile senden bahsediyor. Cilt cilt anlatıyorlar seni. Bir dükkan dolusu kitap var senin hakkında. Okuyorum, sayfalar arasında kayboluyorum ve seni buluyorum.

Notalar arasında buluyorum seni. Sana dair yapılmış albümler, martı kanadına yazılmış sözler ve senin sesinden söylenen şarkılar var. 1888 yılında yazılmış, seni anlatan bir senfoni dinliyorum. Dinliyorum. Dinliyorum… ve artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum.

İnsanlar arasında buluyorum seni. Milyonlar meydanlara senin için toplanıyor sanki. Parklar sen geç diye yapılmış sanki. Sadece bu şehirde değil. Seni hiç tanımayan şehirlerde de buluyorum seni. Çengelköy de kahvaltı yaparken yan masada oturuyorsun. Martılara simit atıyorsun. Sonra başka bir gün Kordonda çıkıyorsun karşıma. Seni cebimde taşıyorum sanki, nereye gitsem oradasın. Ne şehirler önemli, ne ülkeler. Hiç görmediğim bir ülkede bile bulabiliyordum seni. Aramıyorum çoğu zaman ama buluyorum.

Ve sınırlar arasında buluyorum seni. İlk bulduğum yerde defalarca buluyorum. Kaybediyorum, buluyorum. Bulduğumu sanıyorum. Sonra gene kaybediyorum. Dolaşıyorum satırlar arasında, notaları takip ediyorum, şarkılar dinliyorum, insanlara soruyorum seni. Ve gene sınırlar arasında buluyorum seni. Sen hiç bilmesen de ben seni sınırlar arasında sevDİm. Sınırlarım arasında sevDİm. Kitaplarda sevDİm. Şarkılarda sevDİm. Şehirlerde sevDİm. İnsanlarda sevDİm. Di’ li geçmiş zamanlarda sevDİm. Sen bilmedin, ben seni sevDİm.

10 Mayıs 2007 Perşembe

Pazar Dialogları

Bütün bir pazar günü yaptığım dialogların-farkettim ki bazıları monolog aslında- tamamı bu kadar.

- kaptan bir kişi
-müsahit bir yerde
-merhaba, kuru temizleme için takım elbisemi bırakacaktım.
-ne zaman alabilirim.
-tamam sağolun.
-kaptan bir kişi
-kilerde inecek var
-......................(ABDullah gülün cumhurbaşkanlığından çekildiğini duyduğumda verdiğim tepki, buraya yazamadım biraz ağırdı)
-yazık bana be....

19 Nisan 2007 Perşembe

RUHUM ŞİŞMAN BENİM

Çok net hatırlıyorum o günleri, Ağrıda ailecek şark görevimizi yerine getiriyoruz. Ve ben bir erkek çocuk olarak yeterince çirkin ve geri zekalı hayatımı sürdürüyorum. Asker çocuklarının hayatı tel örgüler arkasında geçer. Bizde bu kuralı bozmadan tel örgülü bir hayat yaşıyoruz. Bana göz kulak olması gereken ablamla, sokakta evcilik oynuyoruz. O evin hanımı bende beyi. Ben işten geliyorum sözüm ona. Ablam bu sırada yerleri süpürüyor. Diyorum ki ablama “hanım benim karnım aç, yemek hazır mı?” Ablamda “ben temizlik yapıyorum, sen git şurada bir şeyler ye” diyor. Gösterdiği yer kum havuzu. Dedim ya yeterince erkek ve bu sebeple de geri zekalı bir çocuğum (sadece ben değil bir çok erkek çocuk ve hatta büyüseler bile erkekler aynı durumda). Eee orası kum havuzu. Orada ne yenir. Tabi ki KUM. Hem ablam ve oyun gereği karım, mutlaka bildiği vardır diyip avuç avuç kum yemeğe başlıyorum ben. Evet, oturup kum yiyorum. Belki dakikalarca. Beni nöbet tutmakta olan Mehmetçik fark ediyor. Ağzım yüzüm kum içinde ve ben haşur huşur kum yiyorum. Onu da buyur ediyorum, ama o herhalde görev başında olması sebebiyle yemiyor. Beni anneme götürüyorlar ve benim şişman hayatım o gün başlamış oluyor.

Midemde haliyle kurt oluşuyor ve ben ne yesem ortakçı oluyorlar. Bu sebeple ben ilkokula başladığım sene 14 kilo idim. Yeni doğan bir bebek kaç kilo olur siz düşünün ve kıyaslayın artık her şeyi benden beklemeyin (tamam bilmiyorum bir bebek kaç kilo doğar, yoksa gram mı desem?). 14 kilo. 7 yaşında 14 kilo. Her sene 2 kilo almışım. Tabi ben doktor kontrolündeyim. Ve şimdi gördüğüm yerde öldürmeyi planladığım bir doktor bana iştah açıcı bir şurup veriyor. Bir şurup bu kadar mı güzel olur kardeşim. Günde 2 ölçek, aç karna. Tabi canım emin ol öyle. Ben direk şişeyi kafaya dikiyorum. Kaç iki ölçek. Ve ben ilkokul 2. sınıfa geldiğimde, kilomu üçe katlamış olarak yaşamaya başlıyorum.

Şimdi sizinle ilkokul günlerinize dönelim. Hatırlarsınız siyah önlük giydiğimiz günleri (eğer ne siyah önlüğü, bizim önlükler maviydi diyorsan ben gerçekten yaşlanmışım demektir). Ve o siyah önlüğe takılan annelerimizin özenle kolaladıkları beyaz yakalarımızı hatırlayın. İşte o yakaların piyasada ki en büyüğü benim gerdanıma küçük gelirdi. Ve benim yakam birbirinden her sene santimetrelerce uzaklaşan iki düğmeye takılırdı. Utancı düşünün. Benim beslenme çantam diğer çocukların okul çantası kadardı.

Her geçen sene hareket etmek benim için daha da zorlaşıyordu. Kızlar belki bilmezler (ve bence bilmemeleri onların ne kadar aklı başında birer birey olduklarını gösteriyor) erkek çocuklarının yakalambaç dedikleri, söylenişinde bile meymenet olmayan bir oyunları vardır. Bu oyun için gerekli malzemeleri sayıyorum. 8 ila 14 arasında sayıları değişen, bıyıkları yeni çıkmaya başlamış, akoru bozuk konuşurken çığlığa benzeyen sesler çıkaran erkek çocuklar, büyükçe bir boş alan ve bu alanda kale olarak adlandırılabilecek bir yer. Kale korumalı bölgedir. Burada seni ebeleyemezler. Erkek çocukları, büyük kavgalar sonucunda (ki bu kavgalar sınıfın en hızlısı olan Emrullahım hangi takımdan olacağına karar verilememesi ile başlar ve sınıfın ve hatta okulun en yavaşı olan Boranın hangi takımda olacağı daha doğrusu olmayacağı ile devam ederdi. En sonunda Emrullahın takımı 6 kişi kalır. Diğer grup 7 kişi olur ve Boranın fasulye olarak ortada dolaşmasına karar verilirdi) iki gruba ayrılır. Bir grup kaleye girer, diğer grup onları yakalamak için aportta beklerdi. Sebebini hala anlamış değilim kaledeki çocuklar birden hurra diye koşmaya başlar ve diğerleri yakalamaya çalışırdı. Tabi ben kah kaçar (tabi çok kısa sürerdi) kah yakalamaya çalışarak (ki hiç başarılı olamamışımdır) zaman geçirirdim. Hiç unutmam bir kere dedim ki kendime “oğlum Bora karizma gitti, bari avın büyük olsun Emrullahı yakala.” Bekliyorum Emrullah kaleden çıksın diye. Ve beklenen an Emrullah ok gibi kaleden çıkıp koşmaya başladı ve bende peşinden ok gibi (şaka şaka bildiğin patates çuvalı) fırladım. Nasıl koşuyorum ama görmeniz lazım. Emrullah panik halinde yüzü kıpkırmızı olmuş (şimdilerde utandığım zamanlarda aldığı renkten daha da kırmızı) biri peşinden geliyor. Ve o an Yüce Tanrım yüzüme baktı ve Emrullahın ayakkabısının teki çıktı. O sekiyor, ben koşuyorum. O sekiyor, ben koşuyorum – sanıyorum -. Ben Emrullahı yakalayamadım. Kaçtı hem Emrullah hemde benim karizma. Ama emin olun bayır aşağı olsa kesin yakalardım.

Biraz daha büyüyünce futbol oynamaya başladık. 5 e 5 maç yapılır. Adam olmadığı için beni de oynatırlar. Ama başka biri geldimi ben hemen asli görevim olan malzemeciliğe geri dönerdim. Hele basketbol ve voleybol hayatım başlamadan sona erdi.

Bu şişman hayatımın en acıklı yanı ise, ilk aşık olduğum zamandır. İlkokul 5. sınıf. Babamın tayini Bursa ya çıkmış ve ben olmayan futbol kariyerimi orda sürdürmek üzere Bursa ya transfer oluyorum. Hürriyet İlkokuluna kaydımı yaptırıyorlar. Aslında annem mahalle mektebine gitmemi istemiş ama babamın baskısıyla ben ilkokula gitmişim. Orada tanıdım ilk kalp çarpıntısını. Ayça. Hiç unutmadım yüzünü. Aşık oldum okulun ilk günü. Biliyorsunuz Türkiye de sınıflar kalabalık. Herkes 3 er kişi oturuyor. Ben hariç. Ben ve sıra arkadaşım Volkan (ki hocamız tarafından yanıma sınıfın zayıflarından bir çocuk seçildi ki sığabilelim) iki kişi oturuyorduk. Ayça iki sıra önümde çapraz da oturuyordu. Yani tahtaya bakarken oda görüş açımdaydı. Ben 5. sınıftan çok bir şey hatırlamıyorum bu sebepten. Ben Ayçaya aşıktım, ama o beni oyun hamuru olarak görüyordu. Çok acı günlerdi. Aslında sevgimi fazlasıyla gösteriyordum. İlkokulda erkeklerin sevgisini gösterme şekli, cilalı taş devrinden kalmaydı. Mesela kız yolda giderken gidip arkadan ittirirsin, olmadı kitaplarını yere atarsın, hiç olmadı (bu sonuncusu çok romantik gelmiştir bana) saçını çekersin. Ben hepsini birden yapıyordum. İtip, kitaplarını yere atıyor ve saçını çekiyordum. Sizde anlamışsınızdır sevgi budalası yapmışım bilmeden kızı. O zaman anladım gönül kaçanı kovalardı ve benim gönlüm Emrullahtaydı. Şaka şaka. Bursa da okuduk diye hemen kötü düşünmeyin. Neyse Ayçaya aşkım onun oyun hamuru olmayı kabul etmemle bir süre daha devam etti. Ortaokulda ki aşklarımda çok farklı sonuçlanmadı tabi.

Liseye geldiğimde Sarıkamıştaydık. Orda ki çocuklar için büyük eğlenceydim. Lütfen diyen, bir şeyler rica eden bir LALİPOP gelmişti okullarına “Arkadaşlar lütfen rica edeceğim, silgimi alabilir miyim?” “la yalvarmadan istesene lalipop”. Görünüş itibari ile kum torbasına benzediğim için (hatırlatmakta yarar var, bir miktarda kum ihtiva ediyordum, hikayenin başında nasıl afiyet ile kum yediğimi hatırlayın) beni dövmek ayrı bir zevkti onlar için. Elleri acımıyordu sonuçta. Sana ile beslenmiş özenle büyütülmüş bir çocuk olarak süper dayak yiyordum. Bir Türk Filmi sahnesi vardır klasik. 3-4 kişi yuvarlak oluştururlar ve adamı birbirlerine atarak döverler. Hah o şekil bile dayak yemişliğim vardır.

Tabi artık lisedeydik ve aşık olmak günlük bir işti. Ve ilk kız arkadaşım. Lise 1. Üç arkadaş aynı anda çıkma teklif etmiştik, sebebini daha sonradan öğreneceğim (sebep bana acımasıymış) benim teklifimi kabul etmişti. Nagihan. Çok düzeyli bir ilişkimiz vardı. Yan lojmanda otururdu. Her sabah beraber okula kadar yürürdük. Bütün ilişkimiz buydu. İlişkimiz çok güzel gidiyordu. Ta ki o kara güne kadar. Gene okula yürüyerek gittiğimiz bir gün (o zamanlar adabı muaşeret kurallarını bilmediğimiz için kızı yol kenarında yürütüyordum, ben ise iç taraftaydım) kıza araba çarpması ile son buldu ilişkimiz (tabi birde beni aldatmaya başlamıştı ama o konumuz dışı bir şey). Gene (!) hüsran dolu bir aşk yaşamış, bir dirhem et bin ayıp örtememiş ben açıkta kalmıştım. Büyüdükçe kilolarım daha çok canımı acıtıyordu.


Diyeceksiniz ki ne zaman zayıfladın sen. Ben hiç zayıflayamadım ki. Bedenim zayıfladı belki ama ruhum şişman benim.

Zamane Çocukları Çok Şanslı

Çok klasik bir laf değil mi? Zamane çocukları çok şanslı. Neden? Çünkü onların Action Manleri var. Uzaktan Kumandalı ve hatta kumandasız akülü arabaları var. Barbie (böyle mi yazılıyordu?) bebekleri var. Hatta onların bir valiz dolusu kıyafetleri var. En önemlisi internetleri var. Ellerinin altında dünya. Bir tuş kadar yakın. İstedikleri (ve istemedikleri :) bilgiye hemen ulaşabiliyorlar. Tabi doyumsuz çocuklar yetişiyor diye düşünenler de vardır aranızda. Haklısınız aslında hepsi doyumsuz. Çünkü önlerinde sınırsız sandıkları bir dünya var.

Hmm. Düşünmeye devam. Başka neleri var? Bilgisayar oyunları var. Off o başlı başına bir dünya. Hatta artık evden çıkmadan bilgisayar başında kovalamaca oynuyorlar. Birde nasıl bir şahsiyetin aklına geldiyse bastıkça ışık yanan ve hatta ses çıkaran ayakkabıları var. Aslında onlarda demode oldu. Dedik ya doyumsuz bunlar şekerim (şekerim mi? elim sürçtü, herhalde eurovision heyecanı sardı şimdiden. Shake it up şekerim).

Emin olun bu liste uzar gider. Ama benim zamaneleri kıskanma sebebim başka. Hemen anlatıyorum. Dün işten çıktıktan sonra, Rossinante ye (kendisi atım olur) atlayıp, ikametgahım olan 100.Yıla doğru yola çıktım. Eh tabi açlıkta var serde. Hemen Tansaş ın önüne bağladım atımı ve başladım alışverişe. Hazır köfte, makarna, ton balığı, dondurma (ne kadar alakasızım di mi? sonra tabi ağrır midem), bisküvi. Ve çocukluğumun vazgeçilmezi Eti Puf... Hemen aldım 4 tane. Paramı ödedim bir plastik parçasıyla. Nasıl ki ben yeldeğirmenlerini dev sanıyorsam, bir çok kişide o plastiği para sanıyor. Bide bana deli dersiniz. Neyse hemen Eti puf lara saldırdım. Ama oda ne? Hemen açıldı bu melet. Kenarında buradan açın yazan yerden tuttum ve cırt açıldı. Eee buradan açın kısmı bizim zamanımızda kapalı olurdu. Açılmazdı. Çıldırırdım. Yırtmaya çalışırsın.Nasıl bir malzemeden yapılmışsa yırtılmaz. Sanki uzaya gönderecekler. Öyle bir koruma altında olurdu Eti Puf. Kabını yırtmaya çalışırsın, oda olmaz. Yanında atlas marka tamamı plastikten ve biraz fazla bastırınca kırılıveren 0,7 kalemin varsa şanslısın. Hemen bir cerrah edasıyla kenarından kesersin ve ulaşırsın Eti Pufa. Ben son çare kendime kolye almıştım, Kama şeklinde, o hep boynumdaydı. Büyük kolaylıktı. Hemen yırtar ve yutardım tek lokmada. Hatırlatmak isterim. Ben ilkokulda da şuan ki kilomdaydım. İnanması zor ama öyle. Şişmanlık başlı başına başka bir yazı konusu.

Eti Puf. Hayatımızın vazgeçilmezi ve yırtılmaz çilesiydi. İşte bu yüzden zamane çocukları çok şanslı.Hemen ulaşabiliyorlar Eti Pufa. Yorulmadan. Sadece buradan açın kısmından tutup açmaları yetiyor. Ve ben sinir oluyorum. O zorluğu çekmeleri istiyorum. Biz ne mücadeleler verirdik gereksiz karbonhidrat alabilmek için. Şimdikiler çok şanslı çokkk...

18 Nisan 2007 Çarşamba

BENİM ÜTÜLÜ DELİ GÖMLEĞİM

Akşam dan ütülemeye başladım deli gömleğimi. Bekar yaşayan erkekler bilir (tabi birde eşlerine yardım etmeyi sevenler :) gömlek ütülemenin zorluğunu. Hele o kolları yok mudur? Adamı çıldırtır. Bu kollar birde deli gömleğinin kollarıysa hepten zor. Tek çizgi yapmak için çok uğraştırır adamı. Aaa tek çizgi çok önemli. Mutlaka tek olmalı, Bak seninle konuşayım derken çift çizgi oldu. Buyur şimdi komple çizgisiz yap sonra tek çizgi için baştan uğraş.

Üfff. Zaten zor iş. Neyse dönelim gömlek ütülemenin inceliklerine. ilk yakadan başlamalı ve tersten ütülemeli ki parlamasın. sonra kollar. O çıldırtan kollar. Kolları yaptın mı gerisi kolay. Ön, arka derken hop biti verir, diye düşünürken tam yaka ile omuzlar arasındaki kısma hiç ütü deymemiş. Hop tekrar evir çevir ve ütüle bakalım. Ne kadar çok hayata benziyor de mi gömlek ütülemek? Zaten benim deliliğimde burdan geliyor. Alakasız şeyleri alakasız şeylere benzetirim.